okunma
Allah'ın Lütfuna Mazhar Olacak Yedi Sınıf İnsan
Kıymetli Müminler!
Cenab-ı Hak Mülk Suresi ikinci ayeti kerimesinde çok önemli bir gerçeği bizlere şöyle hatırlatır;
الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk,2)
Ayeti kerimenin dikkat çeken yönü Cenab-ı Hakkın “ahsenu amelen” ifadesi, bakalım hanginiz daha iyi ve güzel şeyler ortaya koyacak buyurmasıyla kullarından faydalı yararlı hem kendi hayrına hem insanlığın hayrına menfaat sağlayan ameller ister. Ve bu amelleri onu indi ilahide şerefli, kıymetli kılar.
Dolayısıyla kullar amellerinin kıymetine göre ahirette Cenab-ı Haktan kıymet ve mükâfat göreceklerdir.
Dünyadaki amellerine ve tasarruflarına göre cennette derecelere hatta en ihlaslı olanlar en âli derecelere nâil olacaklardır. Tabi buna bağlı olarak dar-ı bekada herkesin derecesi dünyada amelleri aynı olmadığı için aynı olmayacak.
İşte Hz. Peygamber efendimiz (a.s) haber verdiği bir rivayette mahşer gününde öyle bahtiyar kimseler olacak ki kerkesin üzüldüğü ve korkudan yüreklerin ağıza geldiği o günde onlar üzülmeyecek ve onlara korku olmayacak. Kimilerinin amellerinden dolayı yüzlerinin düşdüğü o günde onlar mutlu olacak. Yine hesabın ağırlık ve dehşetinden seslerin kesildiği o günde onlar Allah’ın rahmet ve eman gölgesinde olacak. İşte o bahtiyar müminleri Hadisi Şerif şöyle ifade eder.
"وعن أبي هريرة سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللَّهُ في ظِلِّهِ يَوْمَ لا ظِلَّ إلَّا ظِلُّهُ: إِمامٌ عادِلٌ، وشابٌّ نَشَأَ فِي عِبَادَةِ اللَّه تَعالى، وَرَجُلٌ قَلْبُهُ مُعَلَّقٌ في المَسَاجِدِ، وَرَجُلانِ تَحَابَّا في اللَّه: اجتَمَعا عَلَيهِ، وتَفَرَّقَا عَلَيهِ، وَرَجُلٌ دَعَتْهُ امْرَأَةٌ ذَاتُ مَنْصِبٍ، وَجَمَالٍ فَقَالَ: إِنِّي أَخافُ اللَّه، ورَجُلٌ تَصَدَّقَ بِصَدَقَةٍ فأَخْفَاها، حتَّى لا تَعْلَمَ شِمالُهُ مَا تُنْفِقُ يَمِينهُ، ورَجُلٌ ذَكَرَ اللَّه خالِيًا فَفَاضَتْ عَيْنَاهُ"
Ebu Hüreyre (r.a)’dan rivayet edildiğine göre;
Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: Yedi sınıf insan vardır ki başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah Teâla, onları arşının gölgesinde barındıracaktır.
Adil yönetici.
Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç.
Kalbi cami ve mescitlere bağlı olan kişi.
Allah için birbirini seven, ve bu sevgiden dolayı buluşup ayrılan iki kişi
Makam sahibi ve güzel bir kadın kendini zinaya davet ettiği halde, “Gerçekten ben Allahtan korkarım” diyen ve bu teklifi reddeden kişi.
Sağ elinin verdiğini sol elinin bilmeyeceği bir gizlilik ile Allah için sadaka veren kişi.
Tenha bir köşede, yalnız başına Allah’ı zikredip, Allah korkusundan ağlayan kişi.
Bu hadisi şerifte dünyada sahip oldukları güzel haslet ve yapmış oldukları güzel ameller sebebiyle, nimetler diyarı ve ebediyet yurdu olan ahirette ebedi saadete ve mutluluğa erişeceğini anlatan, Allahu Teâlanın özel muamelesine sahip olacak ne bahtiyar ve müflih kullar vardır. Şurası da dikkat çekici ki hadisi şerifte “hiçbir gölgenin olmadığı yalnız Allah’ın gölgesinin olduğu” ifadesi tıpkı kavurucu sıcaktan ferahlamak için serin ve rahat bir ağaç gölgesine sığınanın ve böylece rahatlayanın hali gibi, kafirlerin هٰذَا يَوْمٌ عَسِرٌ dediği, inananların عَبُوساً قَمْطَرٖيراً diyerek çekindikleri, Cenab-ı Hakkın o günü ذٰلِكَ يَوْمُ التَّغَابُنِؕ diye nitelediği, yine Kuran’ın o günü لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْاَكْبَرُ diye vasıflandırdığı o günde bu nasibdâr kişiler o gün Allah’ın rahmet ve güveni içinde olacak onun rahmetine merhamet gölgesine mazhar olacaklardır. Peki kim bunlar?
Şimdi bunları birer birer izah etmeye çalışalım:
1-ADALETLİ YÖNETİCİ
Hatiplerimiz her Cuma günü hutbenin sonunda okuyup meâlini verdikleri
Nahl sûresinin 90’ıncı âyetinde şöyle buyuruluyor:
اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَاٖيتَٓائِ۬ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Şüphesiz Allah size adâleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder;
hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünmeniz için
size böyle öğüt verir.”
Adâlet, her şeyi lâyık olduğu yere koymak, doğru hüküm vermek; haksızlıktan ve taraflı davranmaktan sakınmaktır. Adâletle herkes yükümlüdür. Adâletin egemen olduğu yerde huzur vardır, güzellik vardır. Bir aile düşünün, o ailede baba, aile fertleri arasında adâlet ölçülerine uymaz, aile fertlerinden bazılarına farklı davranır, farklı sevgi gösterirse bu ailede huzur olur mu? Bu aile fertlerinin birbirlerine sevgi ve saygıları kalır mı? Elbette kalmaz. Aksi durum düşünüldüğünde de o evde huzur olur saygı olur sevgi olur, bereket olur. İşte babanın ailedeki rolü ne ise yöneticinin toplumdaki durumu da aynıdır. Hatta yöneticinin durumu daha önemlidir ki, Peygamberimiz yöneticiyi örnek vermektedir. Çünkü toplumun birlik ve kardeşliğini korumak ve toplumda meydana gelecek huzursuzluğu önlemek için yöneticinin âdil davranmasına ve haksız davranışlardan uzak durmasına daha çok ihtiyaç vardır.
Kıymetli Müslümanlar!
“Adâlet mülkün temelidir” sözü ne kadar anlamlıdır. Ülkeler silâhla alınır, ancak adâletle korunur. Bir ülkede adâlet olmazsa zulüm ve haksızlıklar alabildiğine çoğalır ve toplumun huzurunu kaçırır. Toplumun birlik ve kardeşliğini bozar. Adâlet kâinatın düzenidir. Ahlâkî bir fazilettir. Kıyamet günü Allah Teâlâ’nın en çok değer vereceği kimselerin adâletle iş görenler olduğu Peygamberimiz tarafından bildirilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
“Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve Allah’a en yakın makam ve mecliste bulunanı âdil yöneticilerdir.”( Tirmizi, Ahkam,4)
Kıymetli Müminler!
Hadisi şerifte müjdelenen ilk bahtiyar kişinin adil yönetici diye ifade edilmesi dikkat çekici bir meseledir. İslam alimleri dini metinlerde yani ayet olsun veya bir hadisi şerif olsun sıraya itibar etmişlerdir bundan sebep hadiste ilk olarak adil yöneticiden bahsedilmesi pek manidardır ve müjdelenenlerin ilkidir. Neden çünkü çok zor bir işi başarmıştır. Biri maddi veya manevi gücü varken makamına, mevkine, kudretine güvenerek nefsine tabi olmamış zulmü seçip daha kolay olanı seçmek yerine hakkı gözeterek adaleti seçmiştir. Evet insan çoğu zaman gücü elinde bulduğu zaman o gücünü kullanmak ister, işlerini bu kuvvetiyle çözmek ister, hakkını arayan muhaliflerini hakkı adaleti gözetmeksizin elindeki gücüyle bertaraf etmek ister bunların emsalleri yüce kitabımız Kuranı Kerimde de anlatılır. Ya da maddi bir çıkarın etkisinde kaldığı zaman haksızlık yapar ve adaletsiz davranır. Ala sebilil misal; Bir yöneticiye rüşvet verilirse haktan uzaklaşır ve haksız hüküm verir. Rüşvete başvuran kimse hakkı olmayan bir şeyi elde etmek için bu yolu seçebilir. vs bu misalleri çoğaltabiliriz.
Dolayısıyla hadisi şerif, ister kamu hizmeti, isterse özel olsun, Müslümanların işlerinden önemli bir mevkiye getirilen yahut böyle önemli bir göreve talip olup yetki ve sorumluluk alan herkesi zulümden kaçınmaya, her hususta adaleti gözetmeye davet eder.
2- RABBİNE KULLUK EDEREK TEMİZ BİR HAYAT İÇİNDE SERPİLİP BÜYÜYEN GENÇ
Hadisimizde bahsedilen ikinci bahtiyar kişi ömrünün en kıymetli ve değerli zamanlarını yaratanına kullukla geçirmiş namazlı niyazlı, hayatını dindar bir çizgide geçiren gençtir. Ahirette bu kişinin hususi bir ilahi rahmete mazhar olmasının sebebi gençlik ve zindeliğin en zirve dönemlerinde dahi nefsinin heva ve heveslerinden korunmuş, gençliğinde nefsinin güçlü arzularına rağmen Cenab-ı Hakkın emirlerine muhalefet etmemiş, kulluğa sarılmış ve Allah’a derin bir saygı içinde gençliğini tüketmiştir. Özellikle çağımızda dünyanın enva-ı çeşit cazibeleri ve görünüşte rayihası hoş ve tatlı gibi gelen, ayrıca ibadet ve kulluktan alıkoyan nice serap misali vesaıtler varken yaratılış gayesini unutmadan ömrünün baharını Allah’a kullukla tüketmiş mümin Allah katında ne büyük bir kurtuluşa ermiş bir kuldur. Nitekim ömrünü; bilhassa gençliğini Allah’ın emrettiği şekilde ibadet, taat ve kulluğunu ihmal etmeden geçirmiş kişi, sonradan ibadetlerine başlayandan daha faziletlidir ve asla bu ihmalkar kul, gençliğinin baharını Allah’ın zikriyle geçiren gibi olamayacaktır. Çünkü fırsatı kaçırmış en faziletli zaman dilimini değerlendirmemiştir. Unutmayalım ki Rasulullah efendimiz (s.a.v)in etrafında olan Allah’a ve Ona ilk iman eden kişiler gençlerdi. Hiç kimseden çekinmeden en küçük yaşta Hz Peygambere tabi olan Hz. Ali (r.a), islam için ilk kılıcı kaldıran Zübeyr bin Avvam (r.a), ağır ibtilalardan geçen ilk şehid evladı Ammar bin Yasir (r.a), Cesaret ve firasetiyle habeş kralının karşısında konuşan Cafer bin Ebi Talib (r.a), medine muallimi Musab bin Umeyr (r.a) gibi mübarek sahabiler ve dahası islam’ın ilk müminleri olmuştu ve daha dünyada iken cennetle mübeşşer olma gibi bir ilahi lütufa nail oldular.
Kıymetli Müminler!
Bugün de insanın nefsini kabartacak onca tuzaklar karşısında son derece nezih ve iffetli bir gençlik hayatı yaşamak ve Allah’ın zikrini daim hatırda tutmak heralde o güzide genç sahabilerin izinde olmakdır. Ne mutlu onların izinde olabilmek. Unutmamak gerekir ki ömür bir fırsatlar takvimi ve her gün bu takvimden bir yaprak düşüyor. Gençliğin verdiği heyecanı Allah’a kulluğa adamak en kazançlıdır. Aksi halde akıbet nedamet olur;
Şairin ifade ettiği gibi;
“ Nolaydı gençlik bir daha geri gelseydi de yaşlılığın bana yaptığını ona anlatsaydım” herkes kaybettiği gençliğine arzu duyar ve kaçırdıklarına hayıflanır lakin heyhat geçen günler bir daha geri gelmeyecektir. Onun için gençlerin idrakine şu nasihati sunmak gerek; Keşkelerin fayda vermediği yaşlılıktan önce gençliğimizi Allahın razı olduğu istikamette harcamaya ve Hakka adanmış genç olmaya gayret edelim.
3-KALBİ CAMİLERE BAĞLI KİMSE
Hadisimizin bahsettiği üçüncü sınıf bahtiyarlar kalbi camilere, mescitlere bağlı müminlerdir. Onlar mescitleri beytullâhın bir şubesi olması hasebiyle gönülden severler, imar ederler, inşâ ederler, camiye gidip gelirler. Tabi özellikle burada kalbi mescitlere bağlı olanlardan kasıt beş vakit namazı fazileti ve birçok yararı sebebiyle camilerde edâ etmektir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) efendimiz bu husustaki faziletine şu kavli şerifiyle dikkat çeker;
“Size Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi? buyurdu.
Ashâb-ı Kiram:
“Evet haber veriniz ey Allah’ın Rasûlü” karşılığını verdiler.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“Güçlüklere rağmen abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğerini gözlemlemektir. İşte bekleyeceğiniz en hayırlı nöbet (Ribât) budur.”(Müslim, Taharet,41)
Demek ki Müslümanlar camiye cemaate gönül huzuruyla gelecek cami ile ülfet edecekler. Müslümanların orada kardeşliği pekişecek, birbirlerine muhabbetleri ziyadeleşecek, kaynaşacak, tanışacak, içtimaileşecek, birlik ve beraberlikleri tesis olacak ve bu anlara sonuçta bir rahmeti ilahi olacak nitekim “Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır”(Ahmed, 4,278)
Hakikaten İslamî ruhu sağlayacak en kuvvetli âmil ibadetlerin en mühimi olan namaz etrafında camilerde toplanmak ve cemaate devam etmektir. Allah Rasûlunün, gerek Kuba’yı gerekse Medine-i Münevvere’yi teşrif buyurduklarında yaptıkları ilk iş, hemen bir mescit inşâ etmek olmuştur. Daha sonra bunların sayısı hızla artmıştır. Peygamber efendimiz’in sünnetini takip eden Müslümanlar da tarih boyunca fethettikleri yerlere, hep camiler inşa etmişlerdir. Günümüzde hâlâ cami yapmak en büyük şeref ve hizmet olarak görülmektedir. Çünkü cami ve cemaat, Müslümanların birbiriyle kaynaşarak, kardeşlik ruhunu elde ettikleri en mühim mekanlardır.
Değerli Müminler!
Camilerdeki birlik ve beraberlik ruhunu gösteren şu hadisi şerif ne kadar dikkat çekicidir:
“…biriniz cemaati bırakıp sadece kendisine dua edecekse, başkalarına imamlık yapmasın! Kim böyle yaparsa cemaate ihanet etmiş olur.”(Tirmizi, Salat, 148) İşte Müslümanlar, din kardeşlerine dua ederek böylesine birbirlerine muhabbetle kenetlenmiş sağlam bir cemaat olmalıdır. Bu ulvî maksada ulaşmanın en güzel yolu da, cemaatle namaza devam etmektir. Bu hususun en önemli faydası da müminleri bencillik ve ferdiyetten kurtarır. Böylesine diğergam, birbirinin iyiliğini isteyip hakkında dua eden ve birbirine bağlı kardeşler haline getirmektedir. Bundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.v), mü’minleri devamlı cemaate teşvik etmiştir. Cemaatle kılınan namazın faziletinden bahsederek, bunun, yalnız kılınan namaza nisbetle yirmi yedi derece daha üstün olduğunu haber vermiştir.
4- ALLAH İÇİN SEVMEK
Sevgilerin en güzeli bir insanı Allah için sevmektir. Tanımadığımız ve fakat sevdiğimiz pek çok insan vardır. Bunları görmediğimiz gibi aramızda her hangi bir çıkar ilişkisi de söz konusu değildir. Onları sadece Allah için ve Allah rızasına uygun yaptıkları işler sebebiyle severiz. Peygamberimizin arkadaşları ilk müslümanlar, İslâm’a hizmet etmiş olanlar, görmediğimiz halde sevdiğimiz kimselerdendir. Bunları niçin seviyoruz? Çünkü bunlar Peygamberimize ilk inanan ve bu uğurda her türlü fedakârlığa katlanan kimselerdir. Bunları, bu özelliklerinden sebep severiz ve saygı ile anarız. Daha doğrusu Peygamberimizi sevdiğimiz için severiz. Nitekim Peygamberimiz:
“Her kim benim ashabımı, arkadaşlarımı severse bana olan sevgisinden dolayı sever”(Tirmizî, Menakıb, 59) buyurmuştur. İnsan Peygamberi de Allah sevgisi sebebiyle sever. O halde bu sevgi Allah için olan bir sevgidir.
Kıymetli Müminler!
Kulun gönlünde Allah muhabbeti arttıkça, bu muhabbet önce Nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazreti Peygamberin muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonrada gittikçe genişleyerek Allah katında makbul her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcâb ettirir. İşte Allah’a yönelişte böyle bir muhabbet dairesi, ruhlara bir şifa ve rahmet membaıdır. Buna göre mü’minler, birbirleriyle münasebetlerinde aslâ bu merhamet ve muhabbet dairesinden çıkmamalıdır. Zirâ Allah’ı sevme ve O’na yakınlık peydâ edebilmenin yolu ve neticesi budur. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de müminlerin kardeş olduğunu beyan buyurur. (Hucurat, 10) Efendimiz (s.a.v) de din kardeşleri arasında sağlam bir muhabbet bağı tesis edilmeden kâmil bir imana ulaşılamayacağını bildirir. Bu muhabbetin sağlanabilmesi için de, ümmetine aralarında selamı yaymalarını tavsiye eder.
“Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız”(Müslim, İman, 93)
Müminlerin birbirlerini sevmeleri, Allah’ın razı olduğu güzel bir haslettir. İki cihan saadeti de bu muhabbete bağlıdır. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet günü Allah Teâlâ şöyle buyurur: Celâlim hakkı için, bana itaat maksadıyla birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün, onları gölgemde gölgelendireceğim, onları muhâfaza edeceğim.” (Müslim, Birr, 37)
Yine “Allah Teâlâ: «Ben’im rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için, peygamberlerin ve şehîdlerin bile gıpta edeceği[3] nurdan minberler vardır.» buyurdu.” (Tirmizî, Zühd, 53/2390)
Değerli Müminler!
Mü’min kardeşlerin birbirlerine küsmeleri ise hiçbir zaman tasvîb edilmeyen kötü bir davranıştır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912)
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın beyânına göre ondan şu rivayette çok dikkat çekicidir:
Pazartesi ve Perşembe günü kulların yaptığı işler Allah Teâlâ’ya arz edilir. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi hâricinde, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları affedilir. Meleklere; “Şu iki kişinin af işlemini birbiriyle barışıncaya kadar erteleyin!” diye sıkı sıkıya tembih edilir. (Müslim, Birr, 35-36; Ebû Dâvûd, Edeb, 47)
Şu rivayette müminin istifade edeceği ne güzel bir haberdir:
Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehît de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allâh katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehîtler imrenerek bakacaklardır.
Ashâb-ı kirâm:
Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim yâ Rasûlâllah!” dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
Bunlar öyle bir kavimdir ki, aralarında ne akrabâlık ne de ticâret ve iş münâsebeti olmaksızın, sırf Allâh rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi yüzleri bir nûrdur ve kendileri de nûrdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler. buyurdu ve peşinden şu âyeti okudu:
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile (de) korunur dururlar. Onlara dünyâ hayâtında da, âhiret hayâtında da müjdeler vardır. Allâh’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur.” (Yûnus, 62-64- Ebu Davud Buyü, 76)
Hâsılı, Allah Teâlâ, din kardeşlerinin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır. Allâh için hakîkî dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalpte yaşamasıdır. Din kardeşliğinin mes’ûliyetini, hassas ve fedâkârâne bir hizmetle îfâ gayretinde bulunanların ömrü, fânî hayatlarından sonra da devâm eder. Onlar hep rahmetle yâd edilirler. Tıpkı Muhâcirler, Ensâr ve gönül âlemlerini bir vakıf hâline getiren mü’minler gibi…
Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere, muhabbet dolu bir mü’min kardeşliği ile şefkat ve merhamet etmemiz, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim kardeşlik vazîfelerindendir.
5- ALLAH KORKUSU
İnsan nefsi arzu ettiği her şeyi -ayıp ve yasak ayrımı yapmaksızın- yapmak ister. İyiyi kötüden ayıran ayıp ve yasak gözeten akıl ve nakildir. İnsan bu ikisi sayesinde ayıp ve yasaklardan uzak durup iyi ve yararlı olan şeyleri yapmak ister Aklı olan insanın kötülüklerden, ayıp ve çirkin işlerden uzak durmasını sağlayan, ya kanun veya Allah korkusudur. Bunlardan en etkili olanı hiç şüphe yok ki Allah korkusudur. Çünkü insan bir kötülük veya haksızlığı, insanlardan dolayısıyla kanundan saklı olarak yapabiliyorsa, onu yapar. İnsanlar, onun bu yaptığından haberdar olmadığı için onu cezalandırmaz. Ve böylece yaptığının yanında kaldığını sanır. Ancak Allah’a inanan ve bütün yaptıklarından haberdar olan ve bir gün O’nun tarafından sorgulanacağını bilen kimse yalnız da kalsa kötülük ve haksızlık yapmaz. Her zaman ve her yerde Allah Teâlâ’nın kendisini gözetlemekte olduğunu ve hiçbir şeyi O’nun bilgisi dışında yapmasının mümkün olmadığını bilir ve ona göre kendisine çeki düzen verir ve bu hususları ifade eden şu âyetleri hatırlar:
إِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَىَ عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء
“Şüphesiz yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz.”(Âli İmran,5)
وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ
“ İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker” (Bakara, 284)
Burada İmam Gazalî’nin “İhyau Ulûmi’d-Din” adlı eserinde rivâyet ettiği
şu olayı ne büyük bir ders niteliğindedir:
Muaz b. Cebel Hz. Ömer’in zekât tahsildarı idi. Zekât tahsilinden dönünce evine eli boş geldi. Eşi kendisine:
—Hani diğer zekât tahsildarlarının dönüşlerinde evlerine getirdikleri
şeylerden (hediyelerden) sende bir şey yok, niçin bir şey getirmedin? diye
çatınca, Muaz;
—Gözcü vardı, beni gözetliyordu, onun için bir şey alamadım, dedi. Eşi,
bu sözden Hz. Ömer’in kendisini gözetlettirdiğini anlayarak:
—Ne demek, sen Peygamberimizin ve Hz. Ebû Bekr’in zamanında güvenilir birisi olduğun halde nasıl olur da Ömer seni gözetlettirir ? dedi. Bunu kadınlar arasında konuşarak Hz. Ömer’den yakındı. Hz. Ömer bunu
duyunca Muâz’ı çağırttı ve:
—Ben seni gözetlettim mi? diye sordu. Muâz;
—Hayır, ben ancak bu sözle mazeret beyan etmek istedim, dedi ve gülüştüler.
(İhyau Ulûmi’d-Din, III/123)
Esasen Muaz b. Cebel (ra.) yalan söylememişti. Çünkü gözetleyen Allah’tı.Zaten Muaz da onu kasdetmişti. Fakat eşi bu sözden Hz. Ömer’in
gözetleyici görevlendirdiğini anlamıştı.
Allah korkusu ahlâka yükseklik veren bir duygudur.
Merhum Şair M.Akif ERSOY ne güzel söylemiş:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır,
Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havf-ı Yezdanın
Ne irfanın kalır tesiri katıyyen ne vicdanın.”
Allah korkusu ve saygısı gönüllerinde yer etmiş olan kimseler dünyada
mutlu yaşayacakları gibi âhirette de büyük ecirlere erecekleri Kur’an-ı
Kerim’de müjdelenmiş, şöyle buyurulmuştur:
وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَىفَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى
“ Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.”(Naziât, 40,41)
Kıymeti Mü’minler!
Îmanda kemâle eren mü’minlerin fârik vasıflarından biri de onlardaki tâzîm ve muhabbetten neş’et eden Allâh korkusudur. Esâsen Allâh korkusu; Rabbimiz’in biz kullarına olan nihâyetsiz muhabbetini, rızâ ve hoşnutluğunu kaybetme korku ve endişesidir. Bu yüzden, îmanda kemâle eren mü’minlerin büyük bir teyakkuz içindeki kalpleri, Allâh zikredildiği zaman büyük bir haşyetle ürperip titrer. Bu hâl, mü’minlerin Allâh’a karşı sâhip olmaları gereken edep, ihlâs ve takvâ gibi yüksek hâlleri de beraberinde getirir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
“Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O'nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.”
Bir kimsenin Allâh hakkındaki bilgi, mârifet ve muhabbeti ziyâdeleştikçe, Allâh korkusu da o nisbette artar. Nitekim Fahr-i Kâinât sallâllâhu aleyhi ve sellem:
“Ben Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çokorkanınızım.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 72)
Mü’minlerin kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalıp gazabına dûçâr olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve merhametine nâil olabilme ümîdi dâimâ bir arada bulunmalıdır. Yâni mü’minin kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecânı içinde titremelidir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzene; “beyne’l-havfi ve’r-recâ” şeklinde tâbir olunmuştur. Mü’min, dâimî bir duâ, hiçlik ve ilticâ hâlinde bulunup, yakîn (ölüm) gelinceye kadar bu kalbî âhengi muhâfaza etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“...Allâh’a, korkarak ve (rahmetini) ümîd ederek duâ edin. Muhakkak ki ihsan sâhiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)
“...O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun cennetinden aslâ ümîdini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe, 23)
“Cennet, her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de aynen öyledir.” (Buhârî, Rikàk, 29)
Bu bakımdan, ebedî saâdet ve selâmetin yolu, Allâh’a duyulan korku ve ümit duygularını kalpte âhenk içinde muhâfaza etmekten geçer. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve onun muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar. Mü’min de Allâh’ın muhabbetini kaybetmekten korkmalı, fakat O’nun rahmetinden de ümitvâr olmalıdır.
6-SADAKAYI GİZLİ VERMEK
Allah indinde yüksek derecelere nail olma şerefine varacak diğer bahtiyar kimselerde öyle kullar ki Allah için tasaddukta bulunurda bunu hiç kimsenin bilmesini istemez ve yalnız Allah Teâlâ ve kendisinden başka hiçbir insanın haberi olmadığı halde mahza rızay-ı lillah olarak hayır ve hasenatta bulunur. Yaptığı tasadduk, infak, ve hayır hasenata en ufak bir riya, gösteriş bulaşmasından korkar. İşittirmek şöyle dursun en yakınının bile bilgisinin olmasına gönlü razı değildir. Öyle müstesna kullar ki bunlar Allah rızasına halel gelmesinden oldukça ictinâb ederler. Gayeleri tüm samimiyetleriyle Allah rızasıdır ve hiçbir karşılık beklemezler.
Cenabı- Hak ayeti kerimede hayrın ve sadakanın gizlisini över;
اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَۚ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَـرَٓاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْؕ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّـَٔاتِكُمْؕ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرٌ
“Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu da iyidir. Ama onları gizler ve fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Bu sayede Allah sizin bir kısım günahlarınızı bağışlar. Zira Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.”(Bakara, 271)
Ayeti kerime ihtiyaç sahibi olanlara verilecek sadakanın açıkıca da gizli olarak da verilebileceğini, ancak gizli olarak vermenin açıkça vermekten daha hayırlı olduğunu ifade eder. Bunu iki güzel hikmeti vardır. Biri riyadan korunmak bir diğeri de ihtiyaç sahibinin onurunu korumaktır. Ne güzel dinimiz var ki verirken dahi incitmeden kırmadan dökmeden son derece mütevazi olmayı teşvik eder. Fakat yapılan tasadduk bir iyilik bir başkasına da teşvik olacaksa açıktan da hayır hasenat eda edileceği gerçeğini unutmamak gerekir. “Gizlice sadaka vermek, açıkça vermekten efdaldir. Açıkca verdiğinde kendisine uyulmasını isteyen kimse için de açıkca vermek efdaldir.”(Camiu Sağir, 67)
Değerli müminler insan bazen yaptığı iyiliğin bu tasadduk olur, başka bir hayır hasenat olur vs. bilinmesi, işitilmesi hoşuna gider bu onu mutmain eder, kalbini okşar. Bu elbet bir yere kadar normaldir çünkü yaptığı iyilik Allah rızası olduğu için bunun sevincini yaşar. Hatta öyle bir olgunluğa ulaşırlar ki sadakayı kabul edene dahi Allah rızasına götüren hayır yapmaya vesile olduğu için gönlünde en ufak beklentisi olmadan tüm samimiyetleriyle teşekkür eder. Nitekim insan suresinde şöyle buyrulur;
اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُرٖيدُ مِنْكُمْ جَزَٓاءً وَلَا شُكُوراًاِنَّا نَخَافُ مِنْ رَبِّنَا يَوْماً عَبُوساً قَمْطَرٖيراً
“Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, dehşetli, çetin bir günde rabbimizden korkarız.” (İnsan, 9,10)
Lakin daha ilerisi gururlandırır. daha ilerisi riya ve duyurma olacağından Rahmanın rızasına halel getirecektir, ahiret için olmayacaktır. Hatta ayeti kerimenin de ikaz ettiği üzere bu başa kakmaya kadar götürebilecek bir marazdır ve tüm hayır hasenatı -hebâen mensûra- misali yok eder bitirir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden istifadeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidayet vermez.” (Bakara, 264)
İşte yapılan iyiliği heba olur korkusuyla Allah rızasına erişmek için başa kakmadan uzak ve en yakınına dahi sırlı bir şekilde muhafaza eden olgun müminler ahirette Cenabı Hakkın özel muamelesine mazhar olacaklardır. Çünkü onlar nefsin hoşuna giden övünmekten, böbürlenmekten, minnet etmekten kendilerini korumuş ihlaslı bir şuurla yalnız Allah için vermişlerdir. Allah da onları kıyamette rahmetiyle muhafaza altına alacak onları o dehşetli günde koruyacaktır.
7-TENHA YERDE ALLAH’I ANARAK GÖZLERİ YAŞARMAK
Allah her zaman ve her yerde anılır. Ancak tenha yerde Allah’ın anılması
gösterişten uzak bir davranıştır. Tenha bir yerde Allah’ı anarak gözlerin
yaşarması, hem Allah’tan korkmanın hem de O’na duyulan derin bir
saygının ifadesidir. Allah Teâlâ kulunun riyadan uzak bu davranışından
hoşnut olmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şöyle buyurur;
“Allah katında hiçbir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kan damlası. İki iz ise, Allah yolunda çarpışırken alınan yara izi ve Allah’ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmekten kalan kulluk izidir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 26)
Hadisi şerifi izah sadedinde şunları söyleyebiliriz; Gözyaşı, hisli ve duygulu olmanın ifadesi; kan, canlılığın kaynağı ve yegâne sermâyesidir. Görünürde birer sıvı olan bu iki damlanın kıymeti, birinin haşyetullah (Allah korkusu) diğerinin fi sebîlillâh (Allah yolunda) kaydına ve maksadına yönelik olmasından ileri gelmektedir.
Allah korkusu olarak türkçeleştirdiğimiz haşyetullah, ilâhî azametin kavranması ve idrâki sonucu mü’minin gönül yurdunda oluşan Allah saygısı, iç titremesi, yürek titreşimidir. Muhabbet ve azametten doğan bir haşyet demektir.
Günahkârlarda pişmanlık duygusunun, ibadet ehlinde kulluk neşesinin öz suyu demek olan gözyaşı, en azgın ateşleri söndürücü bir özelliğe sahiptir. Sevgili Peygamberimiz bir başka hadislerinde “İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah’ın büyüklüğünü düşünerek ağlayan göz; Allah yolunda geceleri uyanık kalan göz” buyurmuştur.
Kıymetli Mü’minler!
Huşû veya haşyet, insanın Rabbine karşı duyduğu saygıdır. Bu saygı, zaman zaman hareketlerle ortaya konur. Allah Teâlâ, İsrâ sûresi’nin son âyetlerinde, Kur’ân-ı Kerîm’in, sadece bir müjdeci ve uyarıcı olan Hz. Peygamber’e indirilmiş hak bir kitap olduğunu bildirmiş, sonra da ona inanıp inanmamanın insanlara kaldığını açıklamıştır. Ancak durumu kavrayacak kadar ilmi olan kimselerin Kur’an karşısında secdeye kapanarak onun ilâhîliğini ve hak olduğunu itiraf ettiklerini de hatırlatmıştır.
وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزٖيدُهُمْ خُشُوعاً
“Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar; Kur’an onların haşyetini arttırır.”(isra, 109)
Bu âyette yürekleri Allah saygısı ile dopdolu olan kimselerin, okunan Kur’an karşısında büyük bir vecd içinde ağlayarak derhal secdelere kapandıkları bildirilmektedir. Ashâb-ı kirâm’ın bu durumu, daha önceden kendilerine geleceği haber verilen Hz. Peygamber’in gelmiş olmasından duydukları memnuniyetin ve Allah’a karşı olan şevk ve iştiyâklarının bir göstergesidir.
İnsan, saygısını, sevgisini ve hatta korkusunu en açık şekilde secdeye kapanmak suretiyle ve ağlayarak belirtir. Bir kısım insanların, okunan Kur’an âyetleri karşısında böyle davranmaları da onların bu konudaki seviyelerini göstermektedir.
İçteki korku ve ümit, haşyet ve ürperti, tabiî ve samimî olarak ağlama ve secdeye kapanma gibi bazı davranışlarla dışa vuruluyorsa, bu güzeldir, fazilettir. Zaten başka âyetlerde, namaz gibi içinde secde hali de bulunan ibadetlerin ancak gönül saygısı yerinde olanlar için kolay geldiği, Allah’tan korkmayan ve korkusuz ve kibirli davranan kimselere ise çok ağır geldiği ifade buyurulmuştur.
“(Şimdi) siz, bu Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!” (Necm sûresi, 59-60)
Bu iki âyetin üst kısmında, geçmişte yaşamış bazı ümmetlerin ve peygamberlerin hallerinden söz edilmektedir. Hz. Peygamber’in de geçmişteki o uyarıcılardan bir uyarıcı olduğuna dikkat çekilmekte ve kıyametin yaklaştığı bildirilmektedir. Sonra da siz bütün bunları getirmiş olan Kur’an’a mı şaşıyor, hayret ediyorsunuz? Ağlamıyor gülüyorsunuz? Hafife almaya kalkışıyorsunuz? sorusu yöneltilmektedir.
Bu iki âyetteki şaşırmak yalanlamayı, gülmek istihza ve alayı, ağlamamak da cüretkârlığı akla getirmektedir. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, bu üç davranışın temelinde yalanlama, istihzâ ve cüretkârlık yatmaktadır.
Mâzideki felâketlerden, gelecekteki dehşetli olaylardan haber veren Kur’ân-ı Kerîm’e şaşmak, bunlardan etkilenmeden neşe ve eğlencesine devam etmek, herhalde işi anlamamış olmak ya da anlamaz gözükmek demektir. Haber verilen olayların mâhiyetini birazcık idrâk edebilenlerin öyle serbestçe gülüp oyun eğlence ile vakit geçirmeleri düşünülemez. Allah’a karşı duyulacak derin bir haşyet bütün bunlara mânidir. Nitekim rivayetlere göre Hz. Peygamber, bu âyetlerin inmesinden sonra gülmeyip tebessümle yetinmiştir.
Unutulmamalıdır ki, korkusuzluk ve cüretkârlık anlamına gelen hareketler daima sakınılması gereken davranışlardır.
Allah saygısı (haşyet) biraz da gözyaşlarında ifadesini bulmaktadır. Gözü yaşarmayan insanın kalbinin yumuşaklığı ve güzel duygularla bezenmiş olduğu şüphelidir. Duygulu insan, kavrayışı yerinde olan adam, bu iç halini zaman zaman gözyaşları şeklinde dışa vurur.
İşte değerli müminler! Peygamberimiz bu yedi sınıf insanın kıyamet
günü peygamberleri dahi imrendirecek bir dereceye yükseleceklerini, Allah’ın gölgesinde gölgelenme mutluluğuna ereceklerini müjdeliyor.
Ne mutlu bu yedi sınıfın içerisinde yer alanlara.Allah, hepimizi bu mutlu kişilerden eylesin. Âmin.
Hazırlayan: Tanju REİS / Taraklı Vaizi
Facebook Yorumları