Günahı Yok Eden Pişmanlık:Tevbe
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
‘Ey müminler! Hep birlikte Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz.’ (Nûr, 24/31)
يَا أَيُّهَا النَّاسُ، تُوبُوا إِلَى اللَّهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ، فَإِنِّي أَتُوبُ فِي الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ
“Ey insanlar! Allah’a tövbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defa tövbe ederim.” (Müslim, Zikir 42)
Giriş
الحَمْدُ لِلَّهِ غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَدِيدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِ لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ إِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Bizi hidâyete erdiren, sayısız nimetlerini bahşeden Allah’a sonsuz hamd-ü senâlar olsun.
Salât ve selâm; hakikati bize tebliğ eden, peygamberlerin önderi, sonuncusu, rahmet ve bereket kaynağı, Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e, onun âline, ashabına ve kıyamete kadar onun yolundan giden tüm mü’minlerin üzerine olsun.
Bugün, kalplerimizi günah kirlerinden arındıran ve rahmet kapısı olan tövbeyi konuşacağız.
İnsanın yaratılmasındaki en büyük gaye, kâinatı yaratan Rabbini tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.
Rabbimiz bu hakikati Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildiriliyor:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
İslâm’da ibadetler zâhirî (dışa yansıyan) ve bâtınî (kalbî) olmak üzere iki kısımdır.
Zâhirî ibadetler; İslâm’ın amelî temellerini oluşturan namaz, oruç, zekât ve hac gibi beden ile yapılan ibadetlerdir.
Ancak gerçek kulluk ise, insanın hem zahiriyle (bedeniyle) hem de batınıyla (kalbiyle) Allah’a teslim olmasıdır.
Mesela, dilimiz “Estağfirullah” derken kalbimiz gaflet içindeyse, elimiz zekât verirken kalbimiz riya ile doluysa, bir yoksula yardım ederken gönlünü incitiyor, verdiğimizi başına kakıyorsak ibadetlerinizim ruhu ölür, geriye yalnızca görünüş kalır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şu sözleriyle amellerin kabulünün sırrını açıkça bildirmiştir:
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَجْسَادِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ
“Şüphesiz ki Allah sizin bedenlerinize ve suretlerinize bakmaz; lâkin kalplerinize bakar. (Müslim, Birr, 33)
وإنَّ في الجَسَدِ مُضْغَةً، إذا صَلَحَتْ، صَلَحَ الجَسَدُ كُلُّهُ، وإذا فَسَدَتْ، فَسَدَ الجَسَدُ كُلُّهُ، ألا وهي القَلْبُ
“Şüphesiz insanın bedeninde bir et parçası vardır; o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden bozulur. İşte o parça kalptir.” (Sahih Buhari, iman, 39; Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 55, Kalp: Beden Ülkesinin Sultanı)
Allah Teâlâ, ibadetlerimizde ihlâs ve samimiyet istemektedir:
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
“Hâlbuki (onlara) ancak, dinde ihlâslı (samîmî) kimseler, hakka yönelmişler olarak O’nun rızâsı için yalnız Allah’a kulluk etmeleri, namazı hakkıyla edâ etmeleri ve zekât vermeleri emrolunmuştu. İşte bu, doğru dindir!” (Beyyine, 98/5)
Kalp, nazargâh-ı ilâhîdir; Allah katında itimat edilen, güvenilen yerdir. Kıyamet gününde kurtuluş beratını almak ve imanının sıhhatini ispat etmek isteyenler için eşsiz bir belgedir.
Ahiret yurdunda Allah Teâlâ’nın vadettiklerini (rızasını, cennetini, cemalini) ancak kalb-i selim (temiz kalp) ve kalb-i münîb (sürekli Allah’a yönelen, tövbekâr kalp) ile gelenler elde edecektir.
Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bu hakikati şöyle bildiriyor:
يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlat.” (Şuarâ, 26/88)
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler (o günde fayda bulur) (Şuarâ, 26/89)
Kalb-i selîm: Şirk, nifak, küfür, kin, haset gibi manevî hastalıklardan arınmış temiz, sağlam kalp demektir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen başka bir ifade de Kalb-i münîbdir.
Kalb-i münîb: Sadece “günahtan dönen” değil, aynı zamanda “her durumda Allah’a dönen, itaatte sebat eden” kalptir.
Cenâb-ı Hak, kendisine yönelen ve emirlerini yerine getiren kullarına şu müjdeyi vermektedir.
هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِكُلِّ أَوَّابٍ حَفِيظٍ
(Onlara şöyle denir:) “(İşte,) va’d edilmekte olduğunuz (Cennet) budur! (Allah’a) çokça yönelen (tövbe eden), (O’nun emir ve yasaklarını) gözetenler içindir!” (Kaf, 50/32)
مَنْ خَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ وَجَاء بِقَلْبٍ مُّنِيبٍ
“Görmediği hâlde Rahmân’dan korkan ve Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen her kul için hazırlanmış bir cennettir.” (Kaf, 50/33)
Kalbin Amellerinden Olan Tövbe, Yüce Allah’a Giden Yolun İlk Adımıdır.
Günahlar, insanın sırtına yüklenmiş ağır yükler gibidir. Bu yüklerle yola devam etmek, Allah’a yönelmek çok zordur. Bu yüzden Âdemoğlu, kalbini hafifletmeli, sırtındaki günah yüklerinden kurtulmalıdır.
Peki, insan bu ağır yükleri sırtından nasıl atabilir?
Onları ancak tövbe-istiğfar ile ve günahın hemen peşinden salih ameller yaparak düşürebilir. Böylece tövbe, insanın hem geçmiş kirlerini silen hem de gönlünü yeniden Rahmân’a yönelten kalbin amelidir.
Tövbenin anlamı nedir?
Arapça’da tevbe (مَتَابٌ -تَابَ – يَتُوبُ – تَوْبًا /تَوْبَةً) “geri dönmek, rücû etmek, dönüş yapmak” anlamındadır.
Yani tövbe, işlediğimiz günah, hata ve kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak yüzümüzü yeniden her nimetin sahibi olan Allah’a çevirmek, O’na dönmek demektir.
Bu beden, bu güzellik, bu akıl, bu ruh, bu sağlık, bu rızık, bu imkânlar… Hepsi Allah’ın bize bahşettiği lütuflarıdır. Eğer -haşa- Rabbimiz olmasaydı, biz ne olabilirdik, ne yapabilirdik?
Hal böyleyken, bizi yoktan var eden, nimetleriyle donatan Rabbimizi nasıl olur da unuturuz, O’ndan nasıl yüz çeviririz?
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bu hakikati şöyle ifade ediyor:
وَمَا بِكُم مِّن نِّعْمَةٍ فَمِنَ اللّهِ ثُمَّ إِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فَإِلَيْهِ تَجْأَرُونَ
“Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiğinde O’na yalvarırsınız.” (Nahl, 16/53)
Cenâb-ı Hak Lokman suresi 18. âyet-i kerimesinde insanın bu hakikati unutarak gurur ve kibre kapılmaması gerektiğini şöyle bildirmiştir:
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
“Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kibirle kasılan, kendini beğenmiş, çokça övünüp duran hiç kimseyi sevmez.” (Lokman, 31/18)
İnsan, hata etmekten tamamen uzak değildir. Bazen gaflete düşer; nimetlerin sahibini unutur, nefsine ve günahlara yönelir. Önemli olan hatada ısrar etmemektir, yanlıştan hemen dönüp Allah’a yönelmektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
كلُّ ابنِ آدمَ خطَّاءٌ ، وخيرُ الخطَّائينَ التَّوَّابونَ
“İnsanoğlunun hepsi günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise (işlediği günaha pişman olup) tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Daavât, 105)
İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s.)’ın şeytana aldanması sonucu hataya düşmesi, insanoğlunun fıtratında bulunan beşerî zaaflığının bir sonucudur.
Şeytan, Hz. Âdem (a.s.) ve eşini, Allah tarafından yasaklanmış olan ağaç için “Bu ağacın meyvesinden yerseniz ölümsüz ve melek olacaksınız” diyerek kandırmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de bu olay şöyle anlatılır:
فَدَلاَّهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْءَاتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَا عَن تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُل لَّكُمَا إِنَّ الشَّيْطَآنَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُّبِينٌ
“Bu suretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.” (A’râf, 7/22)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı; Rabbi de onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir.” (Bakara, 2/37)
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, elbette ziyana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf, 7/23)
Bu kıssa, insanın hata işlese de pişmanlık ve tövbe ile yeniden Rabbine dönebileceğini ve Allah’ın rahmet kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatmaktadır.
İnsanoğlu imtihan gereği ruhânî ve cismanî yönleri arasında sürekli bir mücadele içinde yaratılmıştır. Ruh, Allah’a yöneldiğinde yücelir; nefsin isteklerine kapıldığında ise düşüşe geçer. İnsan, bu iki yön arasında denge kurmak ve ruhunu yüceltmek için çaba göstermelidir.
İslam’a göre hiçbir kimse bir başkasının günahını yüklenmez.
İslam ile Hristiyanlık arasındaki önemli farklardan biri de burada görülür.
Hristiyan inancında Hz. Âdem (a.s.)’ın işlediği günah, bütün insan soyuna miras kalan bir “asli günah” sayılmıştır.
Âdem (a.s.)’ın günahı tövbe ile affedilmişken, onun soyundan gelenlerin bundan sorumlu tutulması düşünülemez. Dolayısıyla İslam’da “asli günah” yoktur; her insan günahsız doğar.
Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَإِن تَدْعُ مُثْقَلَةٌ إِلَى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa -çağrılan yakını bile olsa- o yükten hiçbir şeyi başkası üzerine alamaz. Sen ancak, görmedikleri halde rablerinden korkanları ve namazı özenle kılanları uyarabilirsin. Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur. Her şeyin sonu Allah’a varır.” (Fatır, 35/18)
Bu ayet, adalet ilkesinin en açık ifadesidir. İnsan kendi iradesiyle işlediği günahın sorumluluğunu taşır; ne babasının ne de atalarının günahı bir başkasına geçmez.
Bir Kul Bir Günah İşlediğinde, Kalbinde Siyah Bir Nokta Belirir.
Bir insanın günah işlemesi şaşırtıcı değildir. Çünkü ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.) bile hata etmiştir. Asıl şaşırtıcı olan şey, insanın günah işledikten sonra tövbe etmemesi, Allah’ı unutması ve kalbinin kararmasına izin vermesidir. İşte asıl tehlike budur.
Mikrobun bedene yaptığı etki ve tesiri, günahlar, ruh ve kalbe yapar. Erkenden önlem alınmaz ise, uzun vadede tedavisi imkânsız rahatsızlıklara sebep olabilir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) günahların insan ruhundaki etkiyi şöyle anlatır:
إِنَّ الْعَبْدَ إِذَا أَخْطَأَ خَطِيئَةً نُكِتَتْ فِي قَلْبِهِ نُكْتَةٌ سَوْدَاءُ، فَإِذَا هُوَ نَزَعَ وَاسْتَغْفَرَ وَتَابَ صُقِلَ قَلْبُهُ، وَإِنْ عَادَ زِيدَ فِيهَا، حَتَّى تَعْلُوَ قَلْبَهُ، فَهُوَ الرَّانُ الَّذِي ذَكَرَ اللَّهُ: كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Bir kul bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o tövbe eder, Allah’tan bağışlanma diler ve hatasından vazgeçerse, kalbi cilalanır ve o leke silinir. Fakat tekrar günaha dönerse, o siyah nokta büyür, kalbi tamamen kaplayıncaya kadar artar. İşte bu, Allah’ın ‘Hayır! Onların işledikleri günahlar kalplerini karartmıştır’ (Mutaffifîn, 86/14) ayetinde bahsettiği perdedir.” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)
Salih ameller, günahları temizleyici bir özelliğe sahiptir.
Bu hakikati Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle ifade etmiştir:
اِتَّقِ اللَّهَ حَيْثُمَا كُنْتَ وأَتْبِعِ السَّيِّئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا، وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr, 55)
Kur’an’ı Kerim’de Rabbimiz iyiliklerin günahları yok edeceğini şöyle beyan eder:
إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır. (Hûd, 11/114)
İnsanın tövbeyi geciktirmesinin nedenlerinden biri de tul-i emel’dir
Tul-i emel; ölümün hâlâ çok uzakta olduğunun düşünülmesi, hayatın sürekli devam edeceğinin düşünülmesidir.
Başka bir ifadeyle, insanın dünya hayatında ebedî yaşayacakmış gibi plan ve program yapmasıdır.
Böylece insan, ölümün göz açıp kapayıncaya kadar yakın olduğunu ya da ayakkabısının bağından daha yakın olduğunu bilmeden umudunu sürdürür.
Yirmi yaşındaki der ki: Otuz yaşına geldiğimde tövbe edeceğim, otuz yaşındaki der ki: Kırk yaşına geldiğimde, kırk yaşındaki der ki: Altmış yaşına geldiğimde, altmış yaşındaki der ki: Seksen yaşına geldiğimde tövbe ederim….
Abdullah b. Ömer r. anhüma şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v.) omuzumu tutarak şöyle buyurdu:
كُنْ فِى الدُّنْيَا كَأَنَّكَ غَرِيبٌ أَوْ عَابِرُ سَبِيلٍ
“Dünyada tıpkı bir garip, hatta bir yolcu gibi davran!”
İbni Ömer r. anhüma şöyle derdi:
إِذَا أَمْسَيْتَ فَلاَ تَنْتَظِرِ الصَّبَاحَ ، وَإِذَا أَصْبَحْتَ فَلاَ تَنْتَظِرِ الْمَسَاءَ ، وَخُذْ مِنْ صِحَّتِكَ لِمَرَضِكَ وَمِنْ حَيَاتِكَ لِمَوْتِكَ
“Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme! Sabaha çıktığında, akşamı bekleme! Sağlıklı günlerinde, hastalanacağın vakit için; hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al!” (Buhârî, Rikak, 3; Hadislerle İslâm Cilt 1 Sayfa 344)
Bu hadis-i şerife göre yapılması gereken ibadet ve hayırlar, günü gününe yapılmalıdır. Hayat ve sağlık bir daha ele geçmeyecek nimet sayılmalı, bu iki fırsat iyi değerlendirilmedir.
Uyuduğumuzda, ruhumuzun bize bir daha geri dönüp dönmeyeceğini bilemeyiz.
Elbiseyi giydiğimizde, acaba biz mi giyiyoruz yoksa bizim için giydiren bir el mi var, bilemeyiz.
Evin dışına çıktığımızda, adımlarımız bizi gitmek istediğimiz yere mi yoksa kabristana mı götürecek bilemeyiz.
Denilmiştir ki: “Cehennem halkının çoğu erteleyicilerdir.” Yani tövbe edeceğiz, çalışacağız, yapacağız diyen erteleyicilerdir.
Bazı selef âlimleri şöyle demiştir:
‘Yarın yaparım’ sözü, şeytanın askerlerinden biridir. Çünkü sen yarına kadar yaşayacağına dair bir garantiye sahip değilsin. Ömrün sadece bir saatlik bir süreden ibarettir.
Ölüm meleği ruhunu kabzetmeye geldiğinde, insan bir mühlet ister: ‘Bir hafta, bir gün, yarım gün, bir saat, bir dakika…’ der.
Cenâb-ı Hak iman edenleri şu âyet-i kerimeler ile uyarıyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka hüsrana uğramışlardır. (Münâfıkûn, 63/9)
وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
Her birinize ölüm gelip, “Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam!” diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın. (Münâfıkûn, 63/10)
وَلَن يُؤَخِّرَ اللَّهُ نَفْسًا إِذَا جَاء أَجَلُهَا وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Allah, eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır. (Münâfıkûn, 63/11)
Dakikalarınız, saatleriniz, günleriniz, haftalarınız, aylarınız, yıllarınız oldu ve bunların hiçbiri yeterli değildi. Sonra şimdi gelip diyorsunuz ki: “Beni neden kısa bir süre için geciktirmiyorsunuz ki, sadaka vereyim ve salihlerden olayım?” (Münâfıkûn, 63/10)
Ve İşte ilahi cevap: وَلَن يُؤَخِّرَ اللَّهُ نَفْسًا إِذَا جَاء أَجَلُهَا
“Allah, süresi geldiğinde hiçbir kimseyi geciktirmez.” (Münâfıkûn, 63/11)
Allah Teâlâ, ölüm anında yapılan tövbenin kabul olmayacağını şu âyet-i kerime ile beyan etmiştir:
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُوْلَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ, 4/18)
Kim günah işlerse tövbe etmekte acele etmelidir, aksi takdirde zalimlerden olur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَمَن لَّمْ يَتُبْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“…Kim tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurat, 49/ 11)
Tövbe, Bütün İnsanlar İçin Gereklidir.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey müminler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nûr, 24/31)
Müminler tövbe ile yükümlüdürler. Hiçbir insan ‘Benim hiç günahım yok, o hâlde neden tövbe edeyim? diyemez. ‘Ben tertemizim, bende hiçbir kusur yoktur’ diyemez. Bu, kalbinde imanı olgunlaşmamış kimselerin taşıdığı bir gururdur.
Mümin ise, Allah Teâlâ’nın hakkı karşısında kendisini daima kusurlu ve eksik görür.
İyilik yapsa bile, bunları yeterli görmez; amellerinin kabul edilmemesinden korkar ve sürekli istiğfar hâlindedir.
Cahil kimse ise şöyle der: “Allah beni bağışlamayacak da kimi bağışlayacak!”
Büyük günahların keffareti tövbe etmektir.
“Büyük günah” mânasında kullanılan kebîre (çoğulu kebâir), dinen yasaklandığı konusunda kesin delil bulunan ve hakkında dünyevî veya uhrevî ceza öngörülen davranışlardır.
İçki içmek, zina etmek, uyuşturucu kullanmak, faiz yemek, yetim malı yemek, yalancı şahitlik yapmak, ana-babaya asi olmak, akrabalık bağlarını koparmak gibi büyük günahlardan tövbe edenler de vardır. Bunlar arasında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bildirdiği diğer büyük günahlar da vardır.
Israrla yapılan küçük günahlar küçük kalmaz; ne kadar büyük olursa olsun, büyük günahlar tövbe-istiğfar ile büyük kalmaz. (فَلَا صَغِيرَةَ مَعَ الإِصْرَارِ وَلَا كَبِيرَةَ مَعَ الِاسْتِغْفَارِ)
İbn Abbâs (r.a.)’dan nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
كَفَّارَةُ الذَّنْبِ النَّدَامَةُ
“Günahın kefareti, pişmanlıktır.” (İbn Hanbel, I, 289)
الصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ وَالْجُمُعَةُ إِلَى الْجُمُعَةِ وَرَمَضَانُ إِلَى رَمَضَانَ مُكَفِّرَاتٌ مَا بَيْنَهُنَّ إِذَا اجْتَنَبَ الْكَبَائِرَ
“Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde beş vakit namaz, iki cuma namazı ve iki Ramazan, aralarında işlenen (küçük) günahlara kefarettir.” (Müslim, Tahâret, 16)
Mü’min ve Fâcir kimsenin günaha bakış açısı
Hz. Peygamber (s.a.v.), Mü’min ve Fâcir kimsenin günaha bakış açısını şöyle dile getirmiştir:
إِنَّ الْمُؤْمِنَ يَرَى ذَنْبَهُ كَأَنَّهُ قَاعِدٌ تَحْتَ جَبَلٍ، يَخَافُ أَنْ يَقَعَ عَلَيْهِ، وَإِنَّ الْفَاجِرَ يَرَى ذَنْبَهُ كَذُبَابٍ مَرَّ عَلَى أَنْفِهِ فَقَالَ بِهِ هَكَذَا
“Mü’min, günahını, altında oturduğu ve sanki her an üzerine devrilme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ, üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür ve eliyle şöyle yapar (kovar).” (Buhârî, Deavât, 4)
Ashâb-ı kirâm, hatanın küçüklüğünü değil, emrine karşı gelinen Allah’ın büyüklüğünü dikkate alırlardı.
Tâbiînden Bilâl bin Sa’d’in (ra) şu îkâzı, sâlih mü’minlerin takvâ hassâsiyetini ne güzel îzah eder: “Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”
İfk Hadisesi
Kur’an-ı Kerim, doğru sözlünün (Hz. Ebu Bekir r.a.) doğru sözlü kızına (Hz. Âişe r. anhe) iftira edenler hakkında şöyle buyurmuştur:
إِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِأَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِأَفْوَاهِكُم مَّا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمٌ
“Çünkü siz o iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı!” (Nur: 24/15)
Ebû Abdurrahman Bilâl İbni’l-Hâris el-Müzeni (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ رِضْوَانِ اللَّهِ تَعَالَى مَا كَانَ يَظُنُّ أَن تَبْلُغَ مَا بَلَغَتْ، يَكْتُبُ اللَّهُ لَهُ بِهَا رِضْوَانَهُ إِلَى يَوْمِ يَلْقَاهُ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ سَخَطِ اللَّهِ مَا كَانَ يَظُنُّ أَن تَبْلُغَ مَا بَلَغَتْ، يَكْتُبُ اللَّهُ لَهُ بِهَا سَخَطَهُ إِلَى يَوْمِ يَلْقَاهُ
“Kul, Allah'ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allah’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnut olur. Yine bir kul da Allah’ın gazabını gerektiren bir söz söyler fakat o sözün kendisini Allah’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet gününe kadar gazap eder.” (Muvatta, Kelâm, 5; Tirmizî, Zühd, 12)
Müminlerin annesi Âişe (r.anha)’dan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir:
حَسْبُكَ مِنْ صَفِيَّةَ كَذَا وَكَذَا، -قَالَ أَحدُ الرُّوَاةِ: تَعْنِي قَصِيرَةً- فَقَالَ: لَقَدْ قُلْتِ كَلِمَةً لَوْ مُزِجَتْ بِمَاءِ الْبَحْرِ لَمَزَجَتْهُ
Nebi (s.a.v.)’e Safiyye’nin şöyle şöyle oluşu sana yeter, dedim. -Ravilerden biri, bu sözle Âişe (r.anha)’nın onun kısa boylu oluşunu kastettiğini söylüyor-
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): Ey Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer o söz denize karışsa idi onun suyunu bozardı.” buyurdu.
حَكَيْتُ لَهُ إِنْسَانًا، فَقَالَ: مَا أُحِبُّ أَنِّي حَكَيْتُ إِنْسَانًا وَأَنَّ لِي كَذَا وَكَذَا
Âişe (r.anha) dedi ki, ben bir başka gün de kendisine bir insanın durumunu taklit ederek anlatmıştım.
Bunun üzerine de Peygamber (s.a.v.): Bana dünyanın en kıymetli şeylerini verseler, ben yine de bir insanı hoşlanmayacağı bir şekilde taklit edip anmayı kesinlikle istemem.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Kıyâmet, 51; R.s. 1528. hadis)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olduğu halde tevbe ve istiğfarı bırakmamıştır. Bütün ümmetine tevbe-istiğfarı teşvik etmiştir:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ، تُوبُوا إِلَى اللهِ، وَاسْتَغْفِرُوهُ، فَإِنِّي أَتُوبُ فِي الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ
“Ey insanlar! Allah’a tövbe edin, çünkü ben günde yüz defa tövbe ediyorum.” (Müslim, Zikir 42)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tövbe ve istiğfâr edilmesini tavsiye ederken “Ey insanlar” hitabıyla herkesi, her mü’mini hedef aldığına göre, mânevî durumu ne olursa olsun, bütün insanlar Cenâb-ı Hak’tan bağışlanma dilemeye mecburdur.
Çünkü hiçbir varlık ona karşı kulluk borcunu lâyıkıyla yapamaz. Yapamayınca da ondan kusurları sebebiyle af ve mağfiret dilemesi bir kulluk görevi olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), sabah akşam, yürürken ya da dinlenirken, evinde veya dışarıda bir an bile Rabbini anmaktan geri durmazdı. Onun gözleri uyurdu, fakat kalbi asla uyumazdı.
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.)’in bir mecliste yüz defa tövbe istiğfar ettiğini ve şöyle söylediğini bildirmiştir:
اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي وَتُبْ عَلَيَّ، إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Ya Rabbi, beni bağışla, tövbemi kabul et. Zira sen tövbeleri çok kabul edensin, çok bağışlayansın” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26; Tirmizî, Deavât, 38)
Sonuç
Yüce Rabbimiz, tövbe kapısını daima açık bırakmış, şirk ve kul hakkı dışında bütün günahları affedebileceğini bildirmiştir.
Allah Teâlâ, gece olunca gündüzleyin günah işleyen kulları için rahmet elini uzatır; gündüz olunca da geceleyin günah işleyen kulları için tövbe kapısını açar. O kadar merhametlidir ki, kulunun tövbesine sevinir.
Bundan dolayı şeytanın “senin günahların çok, artık affedilmezsin, artık senin için çok geç, Allah seni affetmez.” telkinine kanmamalıyız ve şu rahmet-i ilahiye kulak vermeliyiz:
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer, 39/53)
Rabbimizin bu güzel rahmetini suiistimal ederek “Allah, benim günahımı bağışlamayacakta kiminkini bağışlayacak” gibi cahilce sözlerle de haddimizi aşmamalıyız.
Hayatımızı havf (Allah’ın azabından korkmak) ve recâ (Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek) dengesiyle sürdürmeliyiz.
Her an ölüme hazırlıklı olmalıyız. Çünkü ne zaman bu dünyadan gideceğimiz belli değildir ve şu ayet-i kerimelerden ders çıkarmalıyız:
إِنَّ اللَّهَ عِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَّاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Kıyamet saati hakkındaki bilgi yalnız Allah’ın katındadır; O, yağmuru yağdırmakta; rahimlerdekini bilmektedir. Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilemez; hiç kimse nerede öleceğini bilemez; ama Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/34)
إِنَّ أَجَلَ اللَّهِ إِذَا جَاء لَا يُؤَخَّرُ
“Allah’ın takdir ettiği ecel gelip çattığında asla ertelenmez.” (Nuh: 71/4)
Samimi tövbe (tevbe-i nasûh)
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
كُلُّ بَنِي آدَمَ خَطَّاؤُونَ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ
“Bütün Âdemoğulları hatâ işler; hatâ işleyenlerin en hayırlısı tövbeye yönelenlerdir.” (Tirmizi, Kıyame, 49)
Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, hata, günah, kusurlarımız için bizden tevbe-i nasûh istemektedir:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُكَفِّرَ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Ey îmân edenler! (samîmî bir tevbe olan) Tövbe-i Nasûh ile Allah'a tevbe edin! Olur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter ve Allah, peygamberi ve onunla berâber îmân edenleri utandırmayacağı bir günde, sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar! Onların nûru önlerinde ve sağlarında koşar (da): “Rabbimiz! Nûrumuzu bize tamamla ve bize mağfiret eyle! Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla gücü yetensin!” derler.” (Tahrîm, 66/8)
Nasûh kelimesi sözlükte “en halis, en içten” anlamına gelir.
Ayrıca bu kelime yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden manasına da gelir.
Âlimler, gerçek tövbenin (tevbe-i nasûh) bazı şartlarını şöyle açıklamışlardır:
İhlâs: Kişi tövbesinde samimi olmalı, sadece Allah’ın rızasını gözetmelidir.
Yani bir kimse günahı; polis korkusuyla, insanların ayıplamasından çekindiği için,
ya da sağlığı bozulur diye bırakıyorsa bu, gerçek tövbe değildir.Doğruluk: Kişinin tövbesi içten olmalı; diliyle “tövbe ettim” derken kalbi hâlâ günaha meyletmemelidir.
Günahı hemen terk etmek.
Bir daha dönmemeye kesin niyet etmek.
İşlediği günaha gerçekten pişman olmak.
Eğer günah, kul hakkıyla ilgiliyse kakkı sahiplerine iade etmek veya onlardan helallik istemek.
Bu âlemde iade edilmeyen kul hakları, diğer âlemde mutlaka sahiplerine iade edilecektir.
Bu hakikati bize Muhammed’ül-Emin (s.a.v.) şöyle haber veriyor:
مَنْ كَانتْ عِنْدَه مَظْلمَةٌ لأَخِيهِ ، مِنْ عِرْضِهِ أَوْ مِنْ شَيْءٍ ، فَلْيَتَحَلَّلْه ُ مِنْه ُ الْيوْمَ قَبْلَ أَنْ لا يكُونَ دِينَارٌ ولا دِرْهَمٌ ، إنْ كَانَ لَهُ عَملٌ صَالحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقدْرِ مَظْلِمَتِهِ ، وإنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ حسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سيِّئَاتِ صاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)
Tövbede sebatı güçlendiren şeyler:
Kötü arkadaşlardan ve gaflet ehli kimselerden uzak durmak.
Günahı hatırlatan ortamı ve çevreyi değiştirmek.
Allah’ı hatırlatan, iyiliğe çağıran salih dostlar edinmek.
İyilikleri çoğaltmak
Zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
“Gerçekten iyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır.” (Hûd, 11/114)
Şayet Allah Teâlâ dilerse günahları iyiliklere tebdil eder.
إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan, 25/70)
Peygamber (s.a.v.) de günahı telafi etmenin yolunu şöyle bildirmiştir:
اِتَّقِ اللَّهَ حَيْثُمَا كُنْتَ وأَتْبِعِ السَّيِّئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا، وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr, 55)
Unutmayalım ki mikrobun bedene yaptığı etki ve tesiri, günahlar, ruh ve kalbe yapar. Günahlar, maneviyatın mikroplarıdır.
Bu yüzden maddi hayatımıza önem verdiğimiz gibi manevi hayatımız için de özen göstermeliyiz. Bu hususta eşsiz örneğimiz, şefaatçimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in şu hikmetli sözlerine kulak vermeliyiz.
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
أَلاَ وإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى ، أَلاَ وَإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَحَارِمُهُ
“Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat, 107)
Tövbe-istiğfar rahmetin inmesine azabın define vesile olur.
Şu âyet-i kerimeler bunun müjdesidir:
Hud (a.s.):
وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاء عَلَيْكُم مِّدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلاَ تَتَوَلَّوْاْ مُجْرِمِينَ
“Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin ki üzerinize bolca yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah’tan yüz çevirmeyin!” (Hud, 11/52)
Nuh (a.s.):
فَقُلْتُ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ إِنَّهُ كَانَ غَفَّارًا
Dedim ki: “Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; O, çok bağışlayıcıdır. (Nuh, 71/10)
يُرْسِلِ السَّمَاء عَلَيْكُم مِّدْرَارًا
(Dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. (Nuh, 71/11)
وَيُمْدِدْكُمْ بِأَمْوَالٍ وَبَنِينَ وَيَجْعَل لَّكُمْ جَنَّاتٍ وَيَجْعَل لَّكُمْ أَنْهَارًا
Mallar ve oğullar vererek sizi desteklesin, size bahçeler versin ve sizin için ırmaklar akıtsın. (Nuh, 71/12)
Rasûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allâh onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir.
2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allâh onlara azâb etmeyecektir. (Enfâl, 8/33)
Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8)
Sohbetimi şu dualarla bitiyorum:
Seyyidü’l-istiğfâr (Bağışlanma dualarının en faziletlisi, en üstün olanı)
Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Her kim, bu seyyidü’l-istiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” buyurmuştur:
“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir:
سيِّدُ الاسْتِغْفار أَنْ يقُول الْعبْدُ : اللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي ، لا إِلَه إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَني وأَنَا عَبْدُكَ ، وأَنَا على عهْدِكَ ووعْدِكَ ما اسْتَطَعْتُ ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ ما صنَعْتُ ، أَبوءُ لَكَ بِنِعْمتِكَ علَيَ ، وأَبُوءُ بذَنْبي فَاغْفِرْ لي ، فَإِنَّهُ لا يغْفِرُ الذُّنُوبِ إِلاَّ أَنْتَ
“Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lütfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur.” (Buhârî, Daavât 2; Ebû Dâvûd, Edeb, 100; Tirmizî, Daavât 15; Nesâî, İstiâze, 57)
رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا فٖٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ
“....Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sağlam bastır ve kâfirler topluluğuna karşı bize zafer ver.” (Âl-i İmrân: 3/147)
رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذٖينَ سَبَقُونَا بِالْاٖيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فٖى قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا رَبَّنَٓا اِنَّكَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ۟
“...Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin} (Haşr, 59/10) Amin.
Hazırlayan: Serdivan Uz. Vaizi Mehmet ABAY